26 Temmuz 2012 Perşembe

Nasıl Karikatür Çizilir? , Aşamaları Nelerdir?



 Öncelikle bahsedeceğim konular mizah dergilerindeki karikatürleri kapsıyor bunu bildirmek isterim... Karikatür sadece kurşun kalemle çizilen ve o şekilde bırakılan bir iş değildir. Karikatür çizerken belli bir ölçüye göre çizeriz. A4 dosya kağıdının tamamına çizilmez mesela. Belli bir çerçeve belirleriz… Daha sonra ‘’sadece’’ kurşun kalemle, en genel hatlarıyla bir karalama edasında çizeriz kafamızdaki görüntüyü. Buna ‘’eskiz’’ denir.. Eskiz çizimi dergiye götürürseniz yayınlamazlar çünkü derginin okunma kalitesi açısından bu gereklidir… Eskiz çizimi dergiye koyarlarsa okuyucunun okuması güç olur… O yüzden çizgilerin üzerinden ‘’çini mürekkebi’’ ile geçilir,daha sonra kurşun kalem izleri silinir ve karikatür son haline gelir.. Fakat balonların içindeki yazılar kurşun kalem kalmak zorunda… O yazıları mürekkeple yazdığımız için yayınlanmamış karikatürlerimiz vardır mesela… Balonun içindeki yazıları kurşun kalem bırakmamızın sebebi ise yukarıda bahsettiğim gibi kaliteden kaynaklarnıyor… Eğer herkes kendi balonunun yazısını kendi yazarsa okuyucu beklide yazıyı okuyamayacak. Bundan dolayı biz yazıları kurşun kalem bırakırız dergide yayınlanmak üzere alınırsa dergideki ‘’kaligraf’’ onu kendi yazısıyla yayınlanmak üzere yazar… Genelde çoğu dergideki kaligraf aynıdır. Çünkü bu meslek pek bilinen bir iş değildir… Örneğin Uykusuz,Penguen ve daha bir çok haftalık,aylık mizah dergisinin kaligrafı Şevki Sayışman’dır… Dediğim gibi pek bilinen bir iş değil…

 Çini mürekkebi ile karikatürü tamamlamak konusunu biraz daha açmak isterim… Çini mürekkebi denilen mürekkep türü her kırtasiyede bulunmaz… Ama bulması zor mu? Hayır… Belirli, büyük kırtasiyelerde bulunur… Peki nedir bu çini mürekkebinin normal mürekkepten farkı?  Aslında çok farkı yoktur. Yukarıda da söylediğim gibi kalite içindir bu da… Peki nasıl kullanılır bu çini mürekkebi özel kalemleri var mıdır? Evet özel kalemleri vardır… Eskiden ve hala bu kalemle çalışmayı sevenler tarama ucu kullanırlar…Aşağıdaki fotoğraflarda tarama ucu ve örnek bir çini mürekkebi şişesi görebilirsiniz....













                    


 Kullanımı çok basit gibi durabilir… Ucu mürekkebe batırıp yazıyor,çiziyorsun. Ama aslında tarama ucunda ustalaşmadan kullanamazsınız onu. Kelimenin tam anlamıyla karikatürünüzü batırırsınız… Çünkü öyle bir kalemdir ki o ; çok bastırınca çok mürekkep gelen,az bastırınca iğne kadar ince çizen… Bundan dolayı cidden zordur kullanımı… Ben tarama ucu kullanamıyorum mesela.. Denedim,uğraştım,çabaladım ama yapamadım.. Ee ne olacak peki? Çini mürekkebi ile üzerinden geçmezsen yayınlanmıyor… Tabi ki bununda çaresi var… Piyasada hiç mürekkep,tarama ucu ile uğraşmamanız için çıkmış çok pratik kalemler var… Dışarıdan aynı pilot kalemler gibiler… Sadece içlerinde çini mürekkebi doludur… Ben bunları kullanıyorum… Aslında doğruyu söylemek gerekirse tarama ucuna olan ilgi gün geçtikçe azalıyor… Çünkü bizler onu ustaca kullanamayınca şevkimiz kırılıyor ama diğer yandan çizerken çıkardığı ses,başardığınızda verdiği tadı hiç bir şey veremiyor… Ama bizler artık tüm insanlar gibi rahatlığa düşkün olduğumuz için mürekkepti,kalemdi,yok damladı yok mürekkebi çok geldi gibi dertlerle uğraşmaktansa belli kalınlıktaki az öncede bahsettiğim ve aşağıdaki fotoğraftada göreceğiniz kalemleri satın alıyoruz…







 Yazımın başında da anlattığım gibi önce belli bir çerçeve belirliyoruz,daha sonra esprimizi,karikatürümüzü kurşun kalemle çiziyoruz ve en son olarak yukarıda görüğünüz materyaller ile kurşun kalemin üzerinden geçiyoruz ve en son olarak karikatürü baştan başa siliyoruz... Sonuçta mürekkep kalıyor,kurşun kalem izleri gidiyor ve karikatür yayınlanmaya hazır hale geliyor...

 Bu haftaki yazımı bunları öğrendiğim Uykusuz'da çizer olarak çalışan Oky abi ile ilk amatör günündeki anımı anlatarak bitireceğim....

 2 yıl önce ilk kez amatör gününe giderken tam olarak hayal dünyasındaydık... Kendimize köşe isimleri düşünüyorduk,kaç para verirler,hangi sayfada çıkacak acaba diyerek dergiye doğru yol alıyorduk... İlk çizimlerimizi yaptığımızda bir A4 kağıdınının tamamına kurşun kalemle çizip dergiye gitmiştik... Asıl espri kağıdın ortasındayken kağıdın tamamını gereksiz çizimlerle doldurmuştuk... Dergiye ulaştık,merdivenlerden çıktık,dergiye girip çizimlerin bakılacağı odaya, Oky abinin yanına doğru daha önce hiç duymadığımız bir heyecanla  ilerliyorduk... Odaya girik Oky abinin yanında başka bir amatör vardı... Oturduk bekledik kalkmasını.. Beklerken etrafı inceliyorduk işte o an gözümüze birşey çarptı : diğer amatörlerin çizimleri bizim çizimlerimizden farklıydı... Belli bir çerçeve içerisinde ve sanki kurşun kalemle çizilmemiş gibiydi... Vakit gelmişti Oky abinin yanı boşalmıştı... Kafasıyla bizi yanına çağırdı... Kuzenimle yanına oturduk çizimlerimize baktı... Sonra bize,sonra tekrar çizimlerimize baktı... O an bize güleceğini düşündük ama 'o' bize bir abi edası ile yardımcı oldu.. ''Bakın karikatürü bir dosya kağıdının tamamına çizemezsiniz,belirli bir çerçeve belirleyip onun içine çizeceksiniz'' derken bize az önce çizimini aldığı amatör çizerin karikatürünü gösterdi... İnceledik çerçeve içinde ve pilot kalemle çizilmişti... Biz pilot kalem sanıyorduk en azından... ''Asıl espiri kağıdın ortasında,etrafı gereksiz çizimlerle dolu. Bunun farkındasınız değil mi? '' dedi. Başımızla onayladık... '' O zaman az önce gösterdiğim çizimdeki gibi çerçeve içine çizip geleceksiniz bir dahaki hafta tamam mı? '' dedi.... Yine ses çıkarmadık,başımızla onayladık... ''Bir konu daha var'' dedi... Yan masada çizen arkadaşına seslenip ''Şu kalemi versene'' dedi... Ve hayatımızda ilk kez yukarıda fotoğrafını paylaştığım ''Artline Çizim Kalemi'' ni gördük... ''Bunları Taksim'deki her kırtasiyede bulabilirsiniz. Çiziminizi yaptıktan sonra bu kalemle üzerinden geçin daha sonra kurşun kalem izlerini silin'' dedi... Dergiden çıkarken biraz hayal kırıklığı yaşamıştık.. Çünkü çizimlerimiz alınmamış üstüne birde öğüt almıştık... Ama diğer yandan içimizde anlatılamaz bir mutluluk vardı çünkü artık bizde, amatörde olsak ÇİZERDİK....


         alimuratengin@gmail.com

24 Temmuz 2012 Salı

Anı

Dalganın devinimleri ve akışkanın duruluğu ona eski bir anıyı hatırlattı. Silik, bazı parçaları kaybolmuş, yırtılmış, ya da bilerek kopraılmış fakat hala kızıl bir anı. Zihninin kıvrımlarında fütursuzca yer işgal eden, ilk bilyeyi yuvarlayan afacanın duyduğu luzümsuz onur gibi bir şımarıklıkla değişime izin vermeyen bu anı, pürüzlü yaprağın üstünde şimdi.

''İlerlemek zamana ve mekana saygıdan dolayı ortaya çıkan bir olgudur. Sebep ve sonuç evrenin çarklarını ilerletmez bu konuda. Önemli olan zamanın sarkaçlarını güçlüce çekebilmekten geçer. Her sarkaç çekişinde o tok sesi yankılaman gerekir. Yankı mekana, mekan ise hayata dönüşür. Renkler işte burada ıslaklık kazanır ve gözlerimizde erirler. Işık burada somutlaşır ve toprak olur. ''

... Hızlı adımlarla yürümeyi hep sevdim, sokak lambalarıyla önce kim sönecek diye yarış yapmayı. Karanlık içinden geçerken hissettiğim o tehditkar istek, artık beni ve toprağı ayırıyor. Anlayamıyorum, daha hızlı yürümeliyim. Ama asla koşmamalıyım, asla! Koşmak, ışığı kaçırır. Rüzgarı sevmem, çürük mavi, yosun yeşili ve beyaz.

Çevremdeki herkes sigaranın külünü küllüğe dökmekten vazgeçmez. Bence bunun altında apayrı bir zevk olayı var. Sanki ulaşamadıkları kişileri, amaçları ve başarıları yutuyorlar, inanılmaz bir açlıkla oksijenle karıştırıyorlar pişmanlıkları ve içlerinde sakladıkları bastırılmış duyguları. En yoğun ansa kıpkırmızı. Sonra upuzun bir grilik ve mayhoş bir beden. Sarı lekeli sigarayı ellerine aldıktan sonra bastırırlar soğuk zemine doğru, bir, iki ve üç. Parçalanmasını izlerler. Katil işini bitirdi. Elleri yeni bir tane sigara arar onların.

'' Kitap sayfasını çevirmek, bir yüzü ilk kez tanımaktır. Kelimeleri hissederken, kafamızdaki böcekler kozalarını örmeye başlarlar. Sıra sonraki sayfaya gelince bir kelebek uçar zihninde. Ya da ileride seni düşürecek olan aşkın.''

Hava iyice soğumaya başladı. Oturmam ve düşünmem lazım. Düşünmemeyi düşünmeyi son zamanlarda çok iyi yapmaya başladım. Eskimiş ve rutubet kokulu belediye bankının üzerinde, rezervuarların kalp atışlarını ve boruların birbiriyle atışmasını dinlemek sakinleştiriyor artık beni. Çöp kutusundaki peynir ve et parçaları onların kokusunu unutturuyor bana. Koskoca bir gökyüzü, denizin yanılsaması, benim evim. Aslında üzgün değilim. Sadece karışık kafam. Isınmış olmam lazım.

Anahtarlarım nerede?

Galiba anımın arasında kaldı, zaman ve mekanda asılı.

ADAM GİDER. KADIN SUSAR. AŞK BİTER.


Tüm yaşananlar anlamsızlaşır bir anda. İlk göz göze gelişiniz, elini ilk tutuşu, sana verdiği o şehvetli ilk öpücük… Yüzüne dokunuşu, saçlarını okşayışı, ilk sevgililer gününüzde sana aldığı kalpli kolye… Aklın reddeder her şeyi. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi. “Fire and Ice” gelir akıllara. Kalbindeki yangın mı bitirecek seni... Yoksa her şeyin donduğu ve silinmeye başladığı geçmişin mi seni yavaş yavaş kemirecek…

Aşk bir hastalıkmış sanki. Bitse de bir türlü kurtulunamayan… Kurtuldum sanılsa da arkasında çizikler, kırıklar, yaralar bırakan… Duyguları yıpratan, psikolojiyi bozan, yıllandıkça anlamsızlaşan, ucuzlaşan…

Evet, eskiden “Seni seviyorum”lar uçuşmazdı ortalıkta. Daha on yaşındayken kimsenin sevgilisi olmazdı. Hoşlanmak yetmezdi için cayır cayır yanmadıkça. Biraz arzu, biraz tutku, biraz kıskançlık olmazsa olmazdı. Çünkü aşk bir zamanlar daha anlamlıydı... Ama “bizimkisi bir aşk hikayesi”ydi… Siyah beyaz film gibi biraz… 2000’lerde değil, 50’lerdeymişiz gibi… En acıtan kısmı da bu ya…

Bırak giderse gitsin. Dönerse senindir. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır…

Helen

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Tesadüf

Merdivenlerde karşılarşırsın hafifçe omzu değer koluna , elindeki kitaplar yere düşer , almak için yere eğilirsin     ve bir anda gözleriniz kesişir ve ilk teslimiyetiniz başlamıştır aşkınıza.
Hepimiz biliriz bu sahneleri , o anda orada bulunmayı kim seçmişti ? Kocaman bir tesadüf müydü? Yoksa kader denilen saçmalığın karanlığından sırıtan bir anı mı ?
"KADER YOKTUR  HERKES KENDİ SEÇİMLERİNİ KENDİ YAPAR !" diyenlere çok uzun bir dipnotum var.

 Seçimlerini kendin yaptığına emin misin ?

Bence kader gerçek  hangi gün nerede kafamıza hangi kuşun pisleyeceği dahil belli,  herkes doğar ve herkes bir gün ölür .

Yani başlangıçlar ve sonlar aynı  belki de sonlar aynı, değil sonsuz sayıda son var
Biz fark etmeden seçimler çıkar karşımıza bir değişle de sınavlar !
Bir yolu seçersin ve hiç hayal etmediğin diyarlarda bulursun kendini, yada öteki yolu seçersin de yerinde sayıp durursun uzun yıllar.
İşte kader denilen saçmalığın var oluş nedeni bizi seçim noktalarına götürmesi.

Yani merdivende çarpıştığın aşkının peşinden gitmek yada yoluna devam etmek, bizi oraya getiren kendi seçimlerimizdi evet . Ama kendi seçimlerimizde başkalarının elinde.
Hep şuna inanırım bir insan sadece düşünceleri ile kendinden binlerce km. uzaktaki insanın kaderini değiştirebilir .

Seçim noktalarını fark edebilen insanlar kaderini değiştirebilir.

hktn.yvs@gmail.com

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Yuva


Bugün de herhangi bir gün, ışık odayı yine sağdan aydınlatıyor, yarı karanlıkta bırakıyor, çarpıp geçtiği nesneler varolmanın farkındalığında, hayata tutunuyorlar ve yine o mutlak değişmezliğin pençesindeyiz. Odadaki konumumuz ne olursa olsun hepimiz eşit derece yalnız değil miyiz ? Etkileşimden yoksunluğun verdiği bir sıkıntı söz konusu. Ha vazonun içinde olmuşsun ha parkenin üstünde. Aslında biz bu odayı meydana getiren “varlıklar” değil miyiz ? Birimiz eksik olsa tam bir kaos oluşturur, sanki son derece zevksiz yerleştirilişimiz kaosu baştan oluşturmuyormuş gibi… Şimdi bizi yerleştirenlerden eser yok ama biz birer eseriz bu odada. Sanırım kendimi bir eser olarak görmemde sorun yoktur. Yoksa esir olarak mı görmem daha doğru olurdu ? Mutlak değişmezliğin esiri… bu rol daha oturaklı oldu sanki. Bazen düşünüyorum da benim işim hiç de zor değil. Benim gibi nicelerini bilirim her gün o bitmek tükenmek bilmeyen, amaçsızca yürüyen ayakların altında ezilirler. Artık itiraf etmeliyim ki kendimi o vazonun içinde duran çiçek tarafından tehdit edilmiş gibi hissediyorum apaçık bir hiyerarşi söz konusu bu odada. Neden yere yakın olduğum için ezilen ben oluyorum ? Beni vazonun içine koysunlar, çiçeği de yere ama o durumda da işler yürümez ne de olsa herkes yerini bilmeli.

Elif Öngüt

19 Temmuz 2012 Perşembe

HİKAYEMİZ -I-


1. Dünya Savaşı sonrası bu topraklarda Avrupa basınının deyimiyle çok güçlü bir "dikta rejimi" kuruldu.


Bu rejim tüm halkın batılı gibi giyinmesini, batılı gibi davranmasını istiyordu. Rejimin hayalindeki halkın tamamı Türk'tü ve bunu söyleyerek çok mutlu oluyordu, ayrıca izin verildiği derecede Sünni'ydi. Hepsi Türk olduğu için ana dilleri Türkçe'ydi, bundan başka bir dile de gerek yoktu. Düşünmelerine de lüzum yoktu, çünkü rejim onların yerine düşünüyordu. Düşünmek, hele muhalif olmak büyük gafletti. Gaflete düşenlerin de sonu şüphesiz ki darağacıydı. Sonuçta insan önemli değildi, önemli olan "devlet"ti.


Ve bu rejimin adı "Kemalizm"di.


Kemalizm 30 sene boyunca insnaların hafızalarına hiç unutamayacakları bir şekilde işlendi. Unutma ihtimallerine karşı ise, 10 senede bir rejimin bekçisi olan askerler tarafından tekrar tekrar hatırlatıldı. 


Ancak bundan 10 sene önce kimsenin aklına dahi gelmeyecek, "Karanlığa ne kadar saplanırsan, aydınlığa o kadar yaklaşırsın." sözünü doğrular nitelikte bir olay gerçekleşti.


Millet, "Yeter!" dedi.


"Yeter, söz milletin!" diyen Ak Parti'yi iktidara getirdi.


Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, insanların kendilerini neden iktidara getirdiğini çok iyi biliyordu. İnsanlar, artık başlarındaki çobanları olmasını istemiyordu, onlardan "bıkmıştı". Bu çobanlar ise, kemalist rejimin temsilcisi ve hatırlatıcısı olan askerden ve devleti ele geçirmiş olan elitist zümreden başkası degildi.


AKP'liler halka verdikleri bu "devrim" sözünü tutmak için çok çalıştılar. İktidarlarının ilk döneminde, yapılacak olan büyük devrimin temellerini devletten gelen tüm tehditlere ragmen atmaya başladılar. Çobanlara "Yeter!" denilmişti.

Ancak çobanlar "Yeter!" ihtarına cevap verebilecek durumdaydı.



Bunu gören halk, AKP'yi tekrar daha güçlü bir şekilde iktidara getirdi. Ve sözün millete, yani asıl sahibine verilme aşamasına geçildi. Devletin üst kademelerine yerleşmiş olan elitist zümre tasfiye edilmeye başlandı. Yıllardır ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en önemli taş olan asker kenara itildi. Askere "Senin yerin kışla!" ihtarı verildi, halen halkın iradesine karışmaya çalışan askerler ise hak ettikleri yere, yani hapishanelere gönderildi. 


Artık halka rağmen halkı düşünenler, halk için karar verenler ortadan kaldırılmıştı. Yani çarpık binalar yıkılmıştı, yapılacak iş belliydi: Düzenli bir şehir inşa etmek!


Halk bu görevi de çok güvendiği AKP'ye rekor bir oyla verdi. Geleceğimiz aydınlıktı, askeri vesayeti kaldıranlar şimdi de insana önem veren, özgür, demokratik bir düzen kuracaktı.

İnsanlar "huzuru" tadacaktı.


aekocaaga@gmail.com

Karikatür,Yazılı Ve Yazısız Karikatür


 Aslında ''karikatür'' dediğimiz şey Türkiye'de yapılanın aksine yazılı (balonlu) değil yazısızdır... Çünkü gerçek karikatür okuyucuyu sadece güldürmek için çizilmez, bir Nasreddin Hoca klasiğide olan ''güldürürken düşündürmek'' için çizilir... Yani yazısız (konuşma balonsuz) olur...

 Türkiye'nin önde gelen mizah dergilerinden Penguen,Uykusuz ve Leman'ı takip edenler, en azından bir kere okumuş olanlar bilirlerki bu dergilerde yazısız karikatür çizen bir ya da iki çizer vardır... Peki ama neden böyledir? Çünkü Türkiye'de mizah dergilerinde çizen ve onları okuyan kitle karikatürü sadece bir güldürü aracı olarak görürler. Oysa ki yabancı karikatürislerin çoğu yazısız karikatür çizer... Çünkü onlar karikatürü bir güldürü aracı olarak görmezler... Bazen anlatmak istediklerini anlatmanın en iyi yoludur yazısız karikatürler...

 Peki Türkiye'deki bu yazılı karikatür algısı değişebilir mi? Neredeyse imkansız... Çünkü bunları anlatan ben bile yazılı karikatür çiziyorum... Mizah dergilerinde benim gibi amatör çizerlerin işlerine ( karikatürlerine ) bakıldığı belirli bir gün vardır... O günün adı ''amatör günü'' dür... Amatör gününe gittiğimde gördüğüm sadece yazılı karikatür getirildiğiydi... Yani bu yazılı karikatür algısının değişmesi için ilk önce amatör günlerinde yazısız karikatür algısı aşılanmalıdır... ''Bunu yapan var mı ? '' diye soracak olursanız hiç yok... O yüzden bu algının değişmesi baştada söylediğim gibi ''Neredeyse imkansız''... ''Sen yazısız karikatür çizip götür o zaman'' diyecek olursanız yapamam... Çünkü dergilerdeki gelen kutularına bakarsanız 1 tane bile yazısız karikatür olmadığını göreceksiniz... Bundan dolayı bende yazılı karikatür çiziyorum...

 Aslında yazısız karikatürü savunmamın sebebi yazılı karikatürlerde yazının okunup geçilmesi,ordaki çizerin emeğinin çöpe gitmesidir... Tek bir kare karikatür için ortalama 2 saat uğraşıyoruz... Ama o balonları çizip içine espriyi yazdığımız an okuyucu sadece yazıyı okuyup geçiyor,çizgiyi inceleme ihtiyacı duymuyor... Ama yazısız karikatürde okunacak birşey olmadığından karikatürü anlamaya çalışırken çizgileri incelediğinizi, çizerin nasıl çizdiğini dülşünüyorsunuz... Ve bir bakıma çizerin o emeği boşa gitmemiş oluyor... İşte bu yüzden yazısız karikatürü savunuyorum....

 İlerleyen haftalarda daha çok ilginizi çekeceğini düşündüğüm '' Nasıl espri bulunur? '' , '' Karikatür çizerken kullanılan materyaller nelerdir? '' , '' Karikatüre nasıl başlanır? '' gibi konuları yazacağım... Bu haftaki yazımı yabancı bir karikatüristin çizdiği yazısız bir karikatür ve Türk bir çizerin çizdiği yazılı karikatürle bitireceğim... Yazılı olan sizi daha çok güldürebilir ama yazısız olana bakarken yukarıda da dediğim gibi çizgileri incelediğinizi ve ne anlatmak istediğini düşündüğünüzü farkedeceksiniz... İşte bu yüzden yaşasın yazısız karikatür!


 alimuratengin@gmail.com


   

17 Temmuz 2012 Salı

/I/


/I/

Bazen kendini içinde hissedersin, en derinde gibi görünen yüzeyde. Bulunduğun durumun getirdiği şaşkınlıktan doğan garip istekle daha da keşfetmek, arka tarafına da göz atmak ister benliğin. Olasılıklar silsilesi içinde, onlardan birine bile sahip olmanın verebileceği güven ve destekle tabiki, yol almaya başlarsın. Fakat bu yol diğerlerinden farklı olur. Mekandan, dolayısıyla zamandan ayrı bir kutu içindesindir. Buraya nasıl girdin, buradan nasıl çıkacaksın? Aslında bu hissettiğin duygular yepyeni bir bilinmezliğin içinde bulunmaktan kaynaklanan kendini kaybetmenin yarattığı yanılsamalar mı? Bu sözde yanlış anlamalarını ve ilüzyonlarını hangi temel aldığın değerlere karşı işlediğin hataya göre değerlendirdin ki? Bilmiyorsun, ve bilmenin getirdiği sorumluluktan kaçtığını düşündüğün için zihnin otomatik fonksiyonlarına kendini bırakıyorsun. Şimdi unutmak, ya da yer değiştirmek zamanı. 
Belki de yanılgı hayatın eş anlamlısıdır. Belki yanılgı hayatı sadece bir eş anlamla tanımlayabileceğini sananların yanılgısıdır, çürümüş, yanlışlığı varlığıyla beraber doğmuş bir yaklaşımdır. Kim bilir, kim bilir? Yüzlerimiz bir yanılgı değil de nedir ki aslında? Zihnin ve duygu kalkanının ‘dürüstlüğünü’ gölgelemek için kullandığımız bir organik madde bütünü değil midir yüzlerimiz? 
Hayır, ve evet. 
Düzenli bir karamsarlıkla ve inatçılıkla süslenmiş, büyütülmüş ve doyurulmuş bir gelişim süreci. Aslında hayatın ve eş anlamlılarının bizi itelediği koşuşturma silsilesi. Aslında yanılgıların bir bütünü.
Yüzümüzdeki kırışık, gözenek, seğirme, iğrenç, çirkin şeyler. Aslında tamamen bir organik madde bütünü, en başından beri inorganik doğanın enfekte olmuş bir kolu, bizim yaşam dediğimiz şey.
Her zaman değişen, anlaşılmaz ve heyecanlı.

SABAHLARA KADAR AĞLADIN MI HİÇ?


Ne ben kimseyi sevdim, ne de kimse beni...  Beni seven tek şey yalnızlıktı.  Benim sevdiğim tek şey de yalnızlık oldu. Yalnızlık benim içimdeydi hep, onu görüyor, duyuyor, hissediyordum. Kalbimle tüm vücuduma pompalıyordum bu hissi. Onu yaşıyordum, kendi yalnızlığımın içinde kayboluyordum...  
Alışmışım işte, bir türlü vazgeçemiyordum, kopamıyordum bir türlü. Sevgili, aşk, dost onlar da neymiş ki? Sen yalnızlığı sor bana; uyku tutmayan kapkaranlık geceleri, bir iki lambanın ışığıyla aydınlanmaya çalışan sokakları, o yapayalnız sokakları sor bana... Yağmuru bile geçen gözyaşlarımı, dağ çiçeğinin boynunu büküp ağlayışını, söylediğim yalnızlık şarkılarını sor bana... Hep hayalini kurduğum taze, canlı ve rengârenk baharları sor bana... Çiçeklerin açmasını nasıl umutla beklediğimi sor, çünkü ben sadece onları bilirim, onları yaşarım benliğimde...
Şimdi sorma sırası bende, ben de sana soruyorum şimdi. Sevgili nedir? Dost nedir? Aşk nedir? El ele tutuşan, yüzlerinden gülücükler eksik olmayan, her şeyi birlikte yapan insanları anlatır mısın bana? Seven kalpleri açıklar mısın? Birazcık umut, birazcık sevgi verebilir misin? Kuruyan tarlama yağmur olup yağar mısın, bir tutam sevgi için akan göz yaşlarımı durdurabilir misin? Yalnızlığı yıkıp beni hayata döndürebilir misin tekrar, o renkli baharları yaşatabilir misin? Açabilir misin duygularını bana? Benim duygularımı da dinler misin?
İnsanlar kırmızı gülleri ararlarken basıp geçtikleri papatyaları görmezlermiş... Ben de mi böyle yapıyorum yoksa? Bir şeyi ararken, öğrenmeye çalışırken elimdekilerin hepsine zarar mı veriyorum? Görmezden mi geliyorum hayatı, kendimle baş başa mı kalıyorum? İnsan doğarken de, ölürken de kendiyle baş başa değil midir zaten? Yalnızlık onunla değil midir hep?
Ben yalnızlığıma sarılır ağlarım, bir tek ona güvenirim. Onun beni bırakmayacağını, aldatmayacağını, sırtını dönüp uzaklara gitmeyeceğini bilirim. Bir tek onu yakın hissederim kendime, çünkü ben bir yabancıyım artık yaşam için.  Yalnızlığıma sarılırım her durumda, bir bakıma beni koruması için yaşamdan. Gece, soğuk odamda geçerli olan bir kural vardır: yalnızlık...
Yürüyorum yine sokaklarda, ben çevreme yabancı, onlar da bana. Yağmur yağıyor saçlarıma, süzülerek karışıyor gözyaşlarıma. Ben yine sarılıyorum yalnızlığıma. Bir umut arıyorum belki de... Bana yolu gösterecek bir ışık, belki de minicik bir ipucu...
Bir ağacım ben aslında; üzerine kuşların konmasını, kuşların ötüşlerini duymayı, kuşlara  yuva olmayı bekleyen... Ara sıra rüzgarlarla sallanan fakat hiç mi hiç üşümeyen... Koskoca tarlanın ortasında olsa bile, kökleri orada yıllardır bulunsa bile; en yabancıymış gibi, en yalnızmış gibi hisseden...
Elimi her uzatışımda boşlukta kalıyorum ben. Kurduğum düşler hep boşuna... Elimden kayıp gidiyor zaman. Hiçbir şey değişmeden, daha doğrusu hiçbir şeyi değiştiremeden akıp gidiyor günler. Yaşam denilen şey bu mu? Fark bile edilemediğin bir yerde, seni yalnızlığına sıkı sıkı tutunmaya zorlayan şey bu mu gerçekten? Peki yalnızlık? O da ne olduğunu daha kendimin bile anlayamadığım, ne olursa olsun sıkı sıkı sarıldığım, tutunca da bırakamadığım o garip his mi?
Şimdi son kez soruyorum sana... Sen de bilir misin yalnızlığı? Her gün yıldızlara bakıp farklı şeyler ummayı? Belki bir gün tutarım diye yıldızlara uzanmayı? Uykusuzluğun ne demek olduğunu bilir misin?.. Sabaha kadar uyuyamamanın ne olduğunu? Birazcık umut istedin mi, bekledin mi o hırçın bakışlı insanlardan? Hiç yaslanacak bir omuz aradın mı ağladığın zaman? Sabahlara kadar ağladın mı peki?
Birkaç damla yaş değildir ağlamak. Önce düşünmek, hayal kurmak, sonrasında hüzünlenmek ve eski anıları yaşamak büyük bir özlemle. İşte budur ağlamak ve yalnızlığı yaşamak... Aslında bir gün herkesin bilmeden de olsa yaşadığı gibi...






Yorumlarınızı, önerilerinizi, ilham verdiğini düşündüğünüz, sizi derinden etkileyen, belki de yüzünüzü güldüren bir resim, video, şarkı, yazı her ne varsa operacikk@gmail.com 'a bekliyorum.

Kendinize çok iyi bakın!
Helen

16 Temmuz 2012 Pazartesi

TIRTILA AŞK

O kimdi ?
O neydi ?
O Aşktı
O Aşıktı
Peki kime ?
Sanırım kendine Aşıktı..
O'na aşığım ama gururundan belli edemiyorum der gibiydi.
Evet gururundandı.
Yada bir daha baksan her şey tüm şehvetine ortaya dökülecekti.
Gururundan değil kibrindendi.
Baskasına aşık olupta kendine haksızlık etmekten korktu.
Evet evet kibrindendi bu apaydınlık bir gece gibi sessizliği koskoca bir kibri gurur denilen ince perdeye örtmek mumkun muydu ki?
Sessizce çığlıklar kopartıp somurturcasina kankalara, kendine saygı duyamazken bize saygı duymasını nasıl bekleyebilirdik?
Ama marifet bir Gönül'e girebilmekti,
O ciğerlerinin her zerresine dolan havaya saygı duymayan kadın gönlüme girebilmişti.
Dokunuşu , bakışı değil koskoca kibri bile yeterdi defalarca ona aşık olmama.
Tenden öteydi imkansız aşk,
Kelebeğe aşıkken , onda tırtılı bulmak gibi sessizce basa dönüp tekrar başlamak gibi, ve son şansta tırtıla vurulmak gibi. hktn.yvs@gmail.com

12 Temmuz 2012 Perşembe

NEDEN OLAMADIK?


Türkiye, senelerdir gelişmekte olan bir ülke. Yani bir “az-gelişmiş”.

Türkiye’nin Avrupa’dan daha zengin yer altı kaynakları, doğru kullanıldığında çok yararlı olabilecek bir coğrafi konumu, dünyanın sayılı turizm merkezleri, metropolleri, doğal harikaları… var.

Aynı zamanda Çin’den sonra dünyanın en hızlı gelişen ekonomisine sahibiz. Cari açığımız kapanıyor. Merkez Bankamız dünyanın dahi akıl erdiremediği stratejiler uyguluyor, zenginleşiyoruz.

Ama nedense, ne yaparsak yapalım bir türlü “olamıyoruz”.

Peki, neden?

Eğitilmiyoruz çünkü, “devlet babamız” için eğitim bir asker yetiştirme mekanizması. Okullarında hoşgörüyü, insanlığı, kardeşliği öğrenmesi gereken çocuklara “Her Türk’ün asker doğduğunu”, “Vatan için canını feda etmesi gerektiğini”, “Bu ülkede sadece Türkler’in yaşadığını, Kürtler, Aleviler gibi halkların asla var olmadıklarını ve Türk’üm diyerek mutlu olduklarını, aramızda sadece birkaç şerefsiz Ermeni’nin bulunduğunu”,”İnsanlığı, özgür düşünmeyi, kendi kararlarını vermeyi değil, Kemalist olmayı”… anlatıyoruz.  Bunu değiştirmekse yeni aklımıza geldi, ancak ülkemizin kaderini belirleyecek, aylarca tartışılması gereken eğitim sistemini hükümetimizin üstün yeteneği ve iş bitiricliği sayesinde 1-2 ayda oluşturduk, yasalaştırdık. Şimdi ne olacağını onlar dahi bilmiyor.

İlkelerimiz yok, 100 yıldır hiç olmadı. Ülkemizde “haklılık” ilkelere, kurallara göre belirlenmiyor, iktidar, yani güç, kimdeyse o haklı oluyor. Son yıllardan önce güç Kemalistlerdeydi ve her zaman haklılardı. İstediklerini öldürebiliyorlardı, veya istedikleri grupları birbirlerine kırdırtıyorlardı, olmayan demokrasiye istedikleri gibi ayar veriyorlardı, para onlar kimi isterlerse onun cebine giriyordu. Özgürlük yoktu, kendileri gibi olmayanlara eziyet ediyorlardı.
Bir değişim oldu. Yılların mazlumu muhafazakarlar iktidara geldiler. Söz milletin diyor, Avrupa Birliği standartlarından bahsediyor, demokratik ve özgür bir ülke vaad ediyorlardı. Çok büyük bir destekle bu yolda da ilerlemeye başladılar. Ancak sonradan fark ettiler ki, bu sistem “güçlünün” “haklı” olabilmesini sağlıyor, iktidara mutlak bir güç veriyor. Bu parlak fikir onlara çok çekici geldi. Yollarından saptılar, demokrasi yerine kürtajdan, sezaryandan, Çamlıca’ya camiiden bahsetmeye başladılar. “Güç”ün çekiciliği onları değerlerinden kopardı. “Dünün mazlumu, bugünün zalimi” olma yoluna girdiler. Sonuç ne oldu? Ülkede yoksullar ölüyor, pankart açan gençler hapse atılıyor, şike yapan parasına, taraftar sayısına göre ceza alıyor, askeri harcamalar denetlenmiyor, yeni paşalar hapse atılamıyor, hükümet eleştiri kabul etmiyor, bizler de “Avrupa batıyor, ne ihtiyacımız var onlara” diyerek tatmin oluyoruz.

Devletimiz gibi milletimiz de disiplinsiz. Onlar için kurallar bir zorunluluk değil, sadece bir seçenek. Çünkü eğitim sistemimiz insanlara bir iç disiplin kazandırmıyor, bozulan aile yapımız da bunu yapmaktan aciz. Ve böylece, milletimiz devletin disiplinsizliklerini “normal” karşılayabiliyor.

Hafızasızız, hafızamız yok edildi. Bize tarihimiz, yani benliğimiz unutturuldu. Kütüphanelerimiz yakıldı, kültürsüz, cahil bir millet haline getirildik. İnsanlarımızı birbirlerine bağlayan bağlar yok edildi. Avrupalıya benzetilmeye çalışıldık, köklerimizden koparıldık. Ve sonunda, köksüz, dilsiz, değersiz, hafızasız bir millet haline geldik. Cemil Meric’in dediği gibi; “Ağaç köküyle yaşar, insan da öyledir. Bizse maziden koptuk, istikbale bağlanamadık.”

Devlet insanlarımızın hayatlarına karışıyor, insanlarımız ise sadece karışan kendinden olmayınca tepki veriyor. Ve güçlü iktidar, sesini çıkaranı eziyor..

İktidarlarımız insanı değil, kendini düşündüğü sürece gelişmekte olan bir ülke olmaya, tünelin ucundaki ışığı aramaya devam ederiz.

aekocaaga@gmail.com

Yayına Başlıyoruz!

Yayınlarımıza bugünden itibaren başlıyoruz. Okurlarımıza güzel dakikalar yaşatmak dileğiyle :)

6 Temmuz 2012 Cuma

İhtarname

İhtarname
Çeken: Türkiye Halkı
Çekilen: Siz
Konu: Bal gibi bilirsiniz!