19 Temmuz 2012 Perşembe

HİKAYEMİZ -I-


1. Dünya Savaşı sonrası bu topraklarda Avrupa basınının deyimiyle çok güçlü bir "dikta rejimi" kuruldu.


Bu rejim tüm halkın batılı gibi giyinmesini, batılı gibi davranmasını istiyordu. Rejimin hayalindeki halkın tamamı Türk'tü ve bunu söyleyerek çok mutlu oluyordu, ayrıca izin verildiği derecede Sünni'ydi. Hepsi Türk olduğu için ana dilleri Türkçe'ydi, bundan başka bir dile de gerek yoktu. Düşünmelerine de lüzum yoktu, çünkü rejim onların yerine düşünüyordu. Düşünmek, hele muhalif olmak büyük gafletti. Gaflete düşenlerin de sonu şüphesiz ki darağacıydı. Sonuçta insan önemli değildi, önemli olan "devlet"ti.


Ve bu rejimin adı "Kemalizm"di.


Kemalizm 30 sene boyunca insnaların hafızalarına hiç unutamayacakları bir şekilde işlendi. Unutma ihtimallerine karşı ise, 10 senede bir rejimin bekçisi olan askerler tarafından tekrar tekrar hatırlatıldı. 


Ancak bundan 10 sene önce kimsenin aklına dahi gelmeyecek, "Karanlığa ne kadar saplanırsan, aydınlığa o kadar yaklaşırsın." sözünü doğrular nitelikte bir olay gerçekleşti.


Millet, "Yeter!" dedi.


"Yeter, söz milletin!" diyen Ak Parti'yi iktidara getirdi.


Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, insanların kendilerini neden iktidara getirdiğini çok iyi biliyordu. İnsanlar, artık başlarındaki çobanları olmasını istemiyordu, onlardan "bıkmıştı". Bu çobanlar ise, kemalist rejimin temsilcisi ve hatırlatıcısı olan askerden ve devleti ele geçirmiş olan elitist zümreden başkası degildi.


AKP'liler halka verdikleri bu "devrim" sözünü tutmak için çok çalıştılar. İktidarlarının ilk döneminde, yapılacak olan büyük devrimin temellerini devletten gelen tüm tehditlere ragmen atmaya başladılar. Çobanlara "Yeter!" denilmişti.

Ancak çobanlar "Yeter!" ihtarına cevap verebilecek durumdaydı.



Bunu gören halk, AKP'yi tekrar daha güçlü bir şekilde iktidara getirdi. Ve sözün millete, yani asıl sahibine verilme aşamasına geçildi. Devletin üst kademelerine yerleşmiş olan elitist zümre tasfiye edilmeye başlandı. Yıllardır ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en önemli taş olan asker kenara itildi. Askere "Senin yerin kışla!" ihtarı verildi, halen halkın iradesine karışmaya çalışan askerler ise hak ettikleri yere, yani hapishanelere gönderildi. 


Artık halka rağmen halkı düşünenler, halk için karar verenler ortadan kaldırılmıştı. Yani çarpık binalar yıkılmıştı, yapılacak iş belliydi: Düzenli bir şehir inşa etmek!


Halk bu görevi de çok güvendiği AKP'ye rekor bir oyla verdi. Geleceğimiz aydınlıktı, askeri vesayeti kaldıranlar şimdi de insana önem veren, özgür, demokratik bir düzen kuracaktı.

İnsanlar "huzuru" tadacaktı.


aekocaaga@gmail.com

Karikatür,Yazılı Ve Yazısız Karikatür


 Aslında ''karikatür'' dediğimiz şey Türkiye'de yapılanın aksine yazılı (balonlu) değil yazısızdır... Çünkü gerçek karikatür okuyucuyu sadece güldürmek için çizilmez, bir Nasreddin Hoca klasiğide olan ''güldürürken düşündürmek'' için çizilir... Yani yazısız (konuşma balonsuz) olur...

 Türkiye'nin önde gelen mizah dergilerinden Penguen,Uykusuz ve Leman'ı takip edenler, en azından bir kere okumuş olanlar bilirlerki bu dergilerde yazısız karikatür çizen bir ya da iki çizer vardır... Peki ama neden böyledir? Çünkü Türkiye'de mizah dergilerinde çizen ve onları okuyan kitle karikatürü sadece bir güldürü aracı olarak görürler. Oysa ki yabancı karikatürislerin çoğu yazısız karikatür çizer... Çünkü onlar karikatürü bir güldürü aracı olarak görmezler... Bazen anlatmak istediklerini anlatmanın en iyi yoludur yazısız karikatürler...

 Peki Türkiye'deki bu yazılı karikatür algısı değişebilir mi? Neredeyse imkansız... Çünkü bunları anlatan ben bile yazılı karikatür çiziyorum... Mizah dergilerinde benim gibi amatör çizerlerin işlerine ( karikatürlerine ) bakıldığı belirli bir gün vardır... O günün adı ''amatör günü'' dür... Amatör gününe gittiğimde gördüğüm sadece yazılı karikatür getirildiğiydi... Yani bu yazılı karikatür algısının değişmesi için ilk önce amatör günlerinde yazısız karikatür algısı aşılanmalıdır... ''Bunu yapan var mı ? '' diye soracak olursanız hiç yok... O yüzden bu algının değişmesi baştada söylediğim gibi ''Neredeyse imkansız''... ''Sen yazısız karikatür çizip götür o zaman'' diyecek olursanız yapamam... Çünkü dergilerdeki gelen kutularına bakarsanız 1 tane bile yazısız karikatür olmadığını göreceksiniz... Bundan dolayı bende yazılı karikatür çiziyorum...

 Aslında yazısız karikatürü savunmamın sebebi yazılı karikatürlerde yazının okunup geçilmesi,ordaki çizerin emeğinin çöpe gitmesidir... Tek bir kare karikatür için ortalama 2 saat uğraşıyoruz... Ama o balonları çizip içine espriyi yazdığımız an okuyucu sadece yazıyı okuyup geçiyor,çizgiyi inceleme ihtiyacı duymuyor... Ama yazısız karikatürde okunacak birşey olmadığından karikatürü anlamaya çalışırken çizgileri incelediğinizi, çizerin nasıl çizdiğini dülşünüyorsunuz... Ve bir bakıma çizerin o emeği boşa gitmemiş oluyor... İşte bu yüzden yazısız karikatürü savunuyorum....

 İlerleyen haftalarda daha çok ilginizi çekeceğini düşündüğüm '' Nasıl espri bulunur? '' , '' Karikatür çizerken kullanılan materyaller nelerdir? '' , '' Karikatüre nasıl başlanır? '' gibi konuları yazacağım... Bu haftaki yazımı yabancı bir karikatüristin çizdiği yazısız bir karikatür ve Türk bir çizerin çizdiği yazılı karikatürle bitireceğim... Yazılı olan sizi daha çok güldürebilir ama yazısız olana bakarken yukarıda da dediğim gibi çizgileri incelediğinizi ve ne anlatmak istediğini düşündüğünüzü farkedeceksiniz... İşte bu yüzden yaşasın yazısız karikatür!


 alimuratengin@gmail.com