24 Temmuz 2012 Salı

Anı

Dalganın devinimleri ve akışkanın duruluğu ona eski bir anıyı hatırlattı. Silik, bazı parçaları kaybolmuş, yırtılmış, ya da bilerek kopraılmış fakat hala kızıl bir anı. Zihninin kıvrımlarında fütursuzca yer işgal eden, ilk bilyeyi yuvarlayan afacanın duyduğu luzümsuz onur gibi bir şımarıklıkla değişime izin vermeyen bu anı, pürüzlü yaprağın üstünde şimdi.

''İlerlemek zamana ve mekana saygıdan dolayı ortaya çıkan bir olgudur. Sebep ve sonuç evrenin çarklarını ilerletmez bu konuda. Önemli olan zamanın sarkaçlarını güçlüce çekebilmekten geçer. Her sarkaç çekişinde o tok sesi yankılaman gerekir. Yankı mekana, mekan ise hayata dönüşür. Renkler işte burada ıslaklık kazanır ve gözlerimizde erirler. Işık burada somutlaşır ve toprak olur. ''

... Hızlı adımlarla yürümeyi hep sevdim, sokak lambalarıyla önce kim sönecek diye yarış yapmayı. Karanlık içinden geçerken hissettiğim o tehditkar istek, artık beni ve toprağı ayırıyor. Anlayamıyorum, daha hızlı yürümeliyim. Ama asla koşmamalıyım, asla! Koşmak, ışığı kaçırır. Rüzgarı sevmem, çürük mavi, yosun yeşili ve beyaz.

Çevremdeki herkes sigaranın külünü küllüğe dökmekten vazgeçmez. Bence bunun altında apayrı bir zevk olayı var. Sanki ulaşamadıkları kişileri, amaçları ve başarıları yutuyorlar, inanılmaz bir açlıkla oksijenle karıştırıyorlar pişmanlıkları ve içlerinde sakladıkları bastırılmış duyguları. En yoğun ansa kıpkırmızı. Sonra upuzun bir grilik ve mayhoş bir beden. Sarı lekeli sigarayı ellerine aldıktan sonra bastırırlar soğuk zemine doğru, bir, iki ve üç. Parçalanmasını izlerler. Katil işini bitirdi. Elleri yeni bir tane sigara arar onların.

'' Kitap sayfasını çevirmek, bir yüzü ilk kez tanımaktır. Kelimeleri hissederken, kafamızdaki böcekler kozalarını örmeye başlarlar. Sıra sonraki sayfaya gelince bir kelebek uçar zihninde. Ya da ileride seni düşürecek olan aşkın.''

Hava iyice soğumaya başladı. Oturmam ve düşünmem lazım. Düşünmemeyi düşünmeyi son zamanlarda çok iyi yapmaya başladım. Eskimiş ve rutubet kokulu belediye bankının üzerinde, rezervuarların kalp atışlarını ve boruların birbiriyle atışmasını dinlemek sakinleştiriyor artık beni. Çöp kutusundaki peynir ve et parçaları onların kokusunu unutturuyor bana. Koskoca bir gökyüzü, denizin yanılsaması, benim evim. Aslında üzgün değilim. Sadece karışık kafam. Isınmış olmam lazım.

Anahtarlarım nerede?

Galiba anımın arasında kaldı, zaman ve mekanda asılı.

ADAM GİDER. KADIN SUSAR. AŞK BİTER.


Tüm yaşananlar anlamsızlaşır bir anda. İlk göz göze gelişiniz, elini ilk tutuşu, sana verdiği o şehvetli ilk öpücük… Yüzüne dokunuşu, saçlarını okşayışı, ilk sevgililer gününüzde sana aldığı kalpli kolye… Aklın reddeder her şeyi. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi. “Fire and Ice” gelir akıllara. Kalbindeki yangın mı bitirecek seni... Yoksa her şeyin donduğu ve silinmeye başladığı geçmişin mi seni yavaş yavaş kemirecek…

Aşk bir hastalıkmış sanki. Bitse de bir türlü kurtulunamayan… Kurtuldum sanılsa da arkasında çizikler, kırıklar, yaralar bırakan… Duyguları yıpratan, psikolojiyi bozan, yıllandıkça anlamsızlaşan, ucuzlaşan…

Evet, eskiden “Seni seviyorum”lar uçuşmazdı ortalıkta. Daha on yaşındayken kimsenin sevgilisi olmazdı. Hoşlanmak yetmezdi için cayır cayır yanmadıkça. Biraz arzu, biraz tutku, biraz kıskançlık olmazsa olmazdı. Çünkü aşk bir zamanlar daha anlamlıydı... Ama “bizimkisi bir aşk hikayesi”ydi… Siyah beyaz film gibi biraz… 2000’lerde değil, 50’lerdeymişiz gibi… En acıtan kısmı da bu ya…

Bırak giderse gitsin. Dönerse senindir. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır…

Helen