Tüm yaşananlar anlamsızlaşır bir
anda. İlk göz göze gelişiniz, elini ilk tutuşu, sana verdiği o şehvetli ilk
öpücük… Yüzüne dokunuşu, saçlarını okşayışı, ilk sevgililer gününüzde sana
aldığı kalpli kolye… Aklın reddeder her şeyi. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi.
“Fire and Ice” gelir akıllara. Kalbindeki yangın mı bitirecek seni... Yoksa her
şeyin donduğu ve silinmeye başladığı geçmişin mi seni yavaş yavaş kemirecek…
Aşk bir hastalıkmış sanki. Bitse
de bir türlü kurtulunamayan… Kurtuldum sanılsa da arkasında çizikler, kırıklar,
yaralar bırakan… Duyguları yıpratan, psikolojiyi bozan, yıllandıkça
anlamsızlaşan, ucuzlaşan…
Evet, eskiden “Seni seviyorum”lar
uçuşmazdı ortalıkta. Daha on yaşındayken kimsenin sevgilisi olmazdı. Hoşlanmak
yetmezdi için cayır cayır yanmadıkça. Biraz arzu, biraz tutku, biraz kıskançlık
olmazsa olmazdı. Çünkü aşk bir zamanlar daha anlamlıydı... Ama “bizimkisi bir aşk
hikayesi”ydi… Siyah beyaz film gibi biraz… 2000’lerde değil, 50’lerdeymişiz
gibi… En acıtan kısmı da bu ya…
Bırak giderse gitsin. Dönerse
senindir. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır…
Helen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder